New York
&
Kapitalizmin Hayaletleri
New York; birleşik, fiziksel ve insani mekanların, yalıtılmış hücreler halinde ama birlikte yaşanılan yoğun ve hareketli geçen günlerin şehir… Beton, çelik ve sayısız tuğlalardan oluşan dev binaların, kalabalık içindeki insanların yaşamlarıyla evli olan modern bir yaşama biçimi. Bu modern yaşam biçimi kuşkusuz her dalda kendini ifade etmek isteyen sanatçıların uğrak merkezi olmayı sürdürmekte. Baudelaire; “Modern sanatçı evini çokluğun yüreğinde, devinimin ağında ve akışında, kaçışan sonsuz şeylerin ortasında metropol kalabalığının içerisinde kurmalıdır. Onun tutkusu ve mesleği kalabalıkla yek vücut olmaktır.”
New York metrosunda ve onun içinde geçen yaşam döngüsünde gece ve gündüz diye bir ayrım gözetemeye gerek yoktur. Gece ve gündüz ayrımın yitirilmesi gibi, insanlar metroda daha eşit, daha benzeştir. Sıcak ve yağ kokulu yerin altında mevsimlerin bile bir önemi yoktur. Her mevsimde aynı düzeyde, sıcak ve yağ kokulu olmayı sürdüren tek düzelik, burada da benzeşliğini korur. Bu nedenle yerin altında giden trenlerde bir tür deja vu (daha önce yaşamıştım) duygusuna kapılırsınız. New York’lular yer altında her türlü eşitliği yaşarken, metrodan caddelere akın eden insancıkların bu kısacık süren buluşma ortaklığı ve dolayısıyla benzeş yaşamları tümüyle radikal bir değişime uğrar. Bulvarlara ve caddelere çıkan hızlı adımlı kitleler, değişik yönelmelerle birer birer uzaklaşarak diğer enerjik kitlelerle kaynaşıp, gözden yitiverirler. Gidilen yönler ve adresler, çıkılan binaların katlarındaki yüksekliklerle bir başka ritm sosyal anlamda belirir; paranın ve zamanın ritmi… New York’un- dolayısı ile Amerika’nın- bir umut ve büyük beklentiler kenti olduğu söylentileri çok eskilerdeki yaşam tecrübelerinin acı sonuçlarının bir izidir. Avrupa anakarasında böylesine uzak bir mesafede olan bu kent, aşılması eskilerde oldukça güç olduğundan, daha büyülü bir özelliğe ve özleme sahipti. Üstelik 1940’larda ve 50’lerde Amarika’ya gelen göçmenlerin ilk karşılaştıkları kent olması da bu açıdan önemlidir. Böylelikle gemiyle uzun ve meşakkatli bir yolculukla, aylar sonra Atlantik’i aşıp New York limanını uzaktan görmeleri psikolojik bağlamda önem kazanır. Çünkü yolculuk sırasında beklentilerin okyanus kadar gün be gün artarak büyümesi ve nihayetinde ilk görünen imgenin de özgürlük abidesi olmasından kaynaklandığını ileri sürmek kuşkusuz yerinde olacaktır. Böylesine görkemli bir anıtın özellikle mitsel simgelerle donanmış olması,(meşale; ışık, aydınlık, bilgi ve özgürlüğün her şeyden önemli olduğunun belirtilmesi, elde tutulan kitabın; bilgelik imgesi ve ussal gelişmeyi temsil etmesi, kadının başındaki tacın üçgenlerinin her birinin yedi kıtayı ve okyanusları vurgulaması vb.) yalınlığı, anıttaki imgenin umut ve yüksek beklentilerin bir ön karşılığı(teminatı)ve müjdeleyicisi olarak algılanmasına ve bu noktada söylencelerin yayılmasına neden olmuş olabilir. Geçmişte anıtın verdiği ya da bu noktada yorumlanmasının nedenleri bir yana, bir çok yasadışı kaçağın gemilerden atlayıp, kontrol barajlarını aşarak gizlice ülkeye girme çabaları ise bugün bile kaçaklar için, hele hele köpekbalıkları için bir başka müjdenin habercileri olmaya devam edecektir. Ne olursa olsun kent ile özdeş, umut ve beklentiler ile daha yakın bir diyalektiğe sahip olan bu anıt aynı zamanda yeni dünyanın da en evrensel özgürlük simgesi olmaya devam edeceğe benziyor. Çünkü o bir kadın ve bu bakımdan ne yapacağı kestirilemez. Soluk mavi renkli kadın, eğer isterse sevecen bir anne ya da fransisken papazlarının ortaçağda niteledikleri gibi şeytanın arabası da pek kolaylıkla olabilir. Kadın deyince her şey bir yana, New York, Paris gibi bir aşk kenti değildir. Paris’in aylak ve aşk düşkünü Don Juan’larını burada görmek olanaksız. Aşk için her şeyden önce serseri bir aylaklık gerek. Fakat insan böylesi bir hayat sürdüremez bu kentte, yaşarsa da vicdanı suçluluk duyar. Sanki üretkenlik bulaşıcı bir virüs gibi bu çılgın insanları bitmek tükenmek bilmeyen bir savaşıma, çalışmaya sürükler.Kısaca ifade edersek “ bu kent yeni gelenlere neleri unutmaları, neleri öğrenmeleri gerektiğini gösteriyordu.” New York ü kelimeyle anlatılabilseydi, bunlar şu kelimeler olurdu; gösteri, gösteri ve yine gösteri… Bu kentte her şey bir performanstır, aksiyondur. Çünkü burada para zamanla, zaman ise parayla yarışır. Kısaca onların deyimiyle vakit nakittir. Yoğun çalışma ve üretim insanları hızlı ifadeye şartlandırmaktadır. Eylem aksiyon resminin neden böylesi rağbet gördüğü bu kentte bizi şaşırtmamalı. New York sokaklarında, özel tiyatrolarda, sinema salonlarında, metrolardaki gösterilerde ya da bir başka yerde, hiç fark etmez gösteri gösteridir ve en etkilisinden. Çünkü oyuncular profesyonel ruhlu gerçek amatörler… Kendi hayatlarını oynuyorlar ve perde herkes için birer birer açılıp kapanmakta. Tek bir farkla; yönetmenin varlığı kesinlikle bir spekülasyon.! Buna şans ya da kutsallığa bağlı bir değer olarak bakabiliriz. …
Kent ve şiddet, aşk ve ölümün ikiz kutbu gibidir. Ancak bir kentin sokaklarında, acı çekerek yaşamış biri, kaldırım taşlarının, kapı eşiklerinin, tuğlaların, pencerelerin ne anlama geldiğini fark edebilir.Sokak düzeyinde – araçların dışında- bütün modern kentler şiddet dolu ve trajiktir. Özellikle: “Kitle iletişim araçlarında ve polis raporlarında sık sık sözü edilen şiddet, kısmen bu daha kesintisiz ama göz ardı edilen, daha eski şiddetin yansımasıdır. Sokakların, içlerinde yaşamış olanların yakın tarihlerini bile silen(ezen)- trafiğin simgelediği- gündelik zorunluluğun doğurduğu şiddet.” (John Berger, O ana Adanmış)
Gündelik zorunluluğun doğurduğu şiddetin kenti, New York’ta insanlar, insanlar, insanlar… İster sanatsal ifade alanında olsun, ister yaşamsal günlük alanda nereye gidersek gidelim göz ardı edemeyeceğimiz ve etmemiz gereken asal öğe; insanlar ya da bireyin kendisi. Durum böyleyken resim yapma edimi her şeyden önce figürü, açıkça insan bedenini ortaya koyma ve ifade etme dürtüsünü ve içtepisini dışavurur. Temel anlamda her ressam bendelerin, tenin ve organların renklendiricisidir.Çünkü ten boyadır, boya ise ten… Altı yüz yıllık resim tarihinde insan bedeninin varlığı bu diyalektiğe bağlı gelişen bir öznellikti. Bu nokta resim yapma ediminin yönünü çözümlediğine göre, her şeyden evvel new York’ta insnaları resmetmek önemliydi. Bir kez resmetme eylemini bu noktada düşünürsek, resim sanatında göz ve retine tabakasının yetersizliği fark edilecektir. Çünkü resim yapma ediminde üst bir bilince yani Tin’e (Us’a) ihtiyaç duyarız. Göz ve tinin ortak çalışması gerek bu noktada. Gördüklerimize usumuzla ne katabileceğimiz ve ne çıkarabildiğimiz önmeli. Her şey bu ince nüanasta çözümlenmekte; ifade ve ifadenin yetkinliğinde. İşte resmin sanatsal etkinliğinin ve kriterinin gerçek ölçüsü bu olmalı.
New York’u sonuç olarak insanlarla düşünmek, düşünürken ve resmederken bu düşünme ve resmetme eylemini, ancak insanların yapabileceği gerçeğinin de bilincine vararak bedenleri, teni ve organları boyamanın sorumluluğunu taşımak… İşte önemli olan bu.